Şöyle düşünüyorum. Koyunlara vurulan alelade boyaların ince yağmurlarda akıp gitmesi çıldırtıyor, sözde çobanları!
Yalan mı? Bakın etrafınıza.
Etrafıma baktığımda gördüğüm şey, farkında olarak ya da olmayarak herkes kendi tanrılarını yaratmaya çalışıyordu!
Ülkemin her alanda illüzyon “azizleri” var.
Ben buna sadece illüzyon bile demiyorum. Bence bu “hüloğsinasyon!”
Yani olmayan şeyleri uydurmak, olan kötü şeylere ise dantel örtüler sererek saklama sendromu. Sonucunda, gerçek olmayanı gerçek sanmak.
Güzel ülkemizde çok sık görülüyor. Neredeyse 2 kişiden birinde var. Durum öylesine ciddi.
En iyisi sormaktır, öyle başlayalım:
İnancın nereden akıp geliyor?
Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan” kitabında şöyle diyor:
İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslenmek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.
Devam edelim;
Ebu’l Ferec İbn-i Cevizi “Tarih”inde zahiri bir dönüşüm hikâyesi söyler:
Tanrı, Enoh’u kendi nezdine yükselttiği zaman oğlu veya torunu olan Asklepious son derece mahzun oldu. Çünkü yeryüzü ve sakinleri onun bereketinden ve hikmetinden mahrum olmuştu. O da onun, semaya yükselen bir adam şeklinde akıllara hayret veren bir resmini yaptırmış ve ibadet ettiği mabede Hermes’in bir heykelini koydurmuştu.
O Tanrıların habercisiydi ve İnsanlara yüce dağlardan selam getiriyordu. Mabede girdikçe, sağlığında nasıl karşısına geçip oturursa öylece oturuyor ve böylece feyiz alıyordu. Denilir ki yeryüzünde heykellere tapınma ilk kez bununla başlamıştır. Çok zaman sonra da Yunanlılar bu heykelin Asklepious’a ait olduğunu zannederek ona son derece saygı göstermeye ve onun huzurunda ant içmeğe başladılar. Hipokrat her tabibin onun adıyla konuşmaya başlamasını ve her tabibin ona benzemeye çalışmasını isterdi.
Bugün de sanat, kültür, sermaye, siyaset, spor ya da diğer alanlardaki güç zehirlenmesi içinde olan erkler açıkça tanrılaşmaya çalışıyor ve onların peşinde koşan devamcıları açıkça bir köle-efendi ahlakı inşa ediyorlar.
Bir örnek; Fransa Kralı 15. Louis kusursuz bir güç kirlenmesi içindeydi.
Ve bu onu korkunç güçsüz kılıyordu.
Onun ünlü sözü; “Benden sonra tufan”, politika yazınında uzun yıllar benzer durumlarda vücut buldu.
Ya da Alman Kaiser’i geziye çıkmadan önce herkesi yıkanmış paklanmış görsün diye Almanya’nın dört tarafına haber salındığında, Kaiser’in buyruklarına göre düzenlenmiş uydurma bir hayatı yaşamaktansa kendi oyunlarını sürdürmek isteyen çocuklar direnir, yıkanmak istemezlermiş. İnsanın dış gerçekliği algılayamamasının bireysel bir yetersizlik değil, toplumsal bir sorundur.
Bu duruma ilişkin nörobilim yazınında “kazanma etkisi” diye bir olgu bile mevcut.
Bu, bir biyoloji terimidir aslında. Zayıf düşmanlar karşısında her daim kazanan hayvanların, daha sonra karşılaşacakları daha güçlü düşmanları ile girişecekleri mücadeleden büyük bir olasılıkla galip çıkacaklarını ifade eder….
Yazının devamı ve kaynak: https://indyturk.com/node/727146